jump to navigation

Tanzimatfüruşluğa Son! Eylül 22, 2008

Posted by muratustubal in Uncategorized.
Tags: ,
trackback

Tanzimatfüruşluğa Son!

 


Mahfil’deki (S.28) ‘Özgürlük Anıtı İstihalesi’ başlıklı yazımda Hakan Arslanbenzer’in çıkarımlarını bir analiz sonucunda değil inandığı yargıya uygun verileri toplayarak elde ettiğinden bahsettiğimde, aklımda birkaç yazısında gözüme çarpan bazı çarpıtmaları vardı. Arslanbenzer’in hakkını hak ettiği kadar verebilmek adına bu meseleleri tartışma ihtiyacı duyuyorum.

Karayazı’nın (S.2) manifestolar dosyasındaki soruları tüm samimiyetiyle yanıtlayan Arslanbenzer,  modernleşmenin fişinin önce Namık Kemal’e ve sonra Recaizade Ekrem ile Fransız şiirine ve oradan Mehmet Akif vasıtasıyla yeniden Kemal’e ve Haşim artı Yahya Kemal ile yeniden Fransız edebiyatına bağlandığını iddia ettiğinde, Kemal’i topraklı priz, diğer çabaları ise topraksız priz önermesiyle karşılıyordu. Dolayısıyla yaptığı frankofonluk atfı da bu Fransız etkisinden dolayı çıkmış oluyor. Kendisi, bu konuda, iki-üç kişi dışında kimsenin düşüncesine itibar etmediğini bildirse de, Kemal’in modernleşmenin fişinin takıldığı ilk topraklı priz olması meselesinin aksadığını söylemek lazım yine de. Kemal’in frankofonluğunu gündeme getiren üç durum var aslında:

Birincisi, Kemal de diğer çağdaşları kadar Fransız kültürü ve şiirinin etkisindedir ve bu etki edebi düşünsel düzeydedir. Kemal’in en çok etkilendiği kişi Hugo’ydu kuşkusuz; hemen ardından çok sevdiği ve bir yazısını da Türkçe’ye çevirip Mir’at’ta yayımladığı Montesquieu gelir.   

İkincisi, Kemal’in savunduğu Osmanlılık, Ali ve Fuat Paşa’lar eliyle III. Napolyon tarafından desteklenmiştir. Şaşırtıcı ama mantıksız değil. Çünkü 1789 Fransız Devrimi ile ortaya çıkan milliyetçilik akımları Alman milliyetçiliğinden farklı olarak ırk esasına dayanmıyordu. Daha doğrusu, Fransız tarzı milliyetçilik daha çok vicdani bir milliyetçilik olması hasebiyle Osmanlı milleti oluşturma fikrine ters düşmüyordu. Bu nedenle, Fransız İmparatorluğu Alman İmparatorluğu’nun ırki ve yayılmacı milliyetçi akımına karşı kendi ekolünü Osmanlılık adı altında meşrulaştırmaya soyundu. Bizde daha çok II. Mahmut zamanında ortaya çıkan bu düşünce, imparatorluk sınırları içindeki halkların bu Fransız tarzı serbestlik ve eşitlik ülküsü etrafında birleştirilmesi esasına dayanıyordu. Aslında, Devlet-i Aliyye’nin asıl amacı müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki hassas dengeyi korumaktı ve bunun için de Osmanlılık en uygun yaklaşımdı. Ama işte tarih sizin istediğiniz gibi yazılmıyor, o kadar çok odak tarihin yönünü belirlemeye soyunuyor ki! Sözgelimi, 1870-71’lerde Fransız İmparatorluğu yenilgiye uğramasaydı ve Ali Paşa ile Fuat Paşa bu tarihlerde zamansız ölmeselerdi, Alman milliyetçiliği bu denli ön plana geçmeyecekti belki de! İşte Kemal böylesi bir Fransız kaynaklı Osmanlı milleti oluşturma düşüncesinin etkisi altındaydı.

Aslında, Osmanlı’nın Batı finans kapitalinin küresel politikalarına teslimiyeti ilk önce 1838 Ticaret Antlaşması ile başlar; ardından 1839’da Tanzimat Fermanı gerçekleşir ama öldürücü asıl darbeyi Islahat Fermanı vurur. Çünkü Islahat ile birlikte Osmanlı, Avrupa Kamu Hukukuna geçerken, öncesinde Tanzimat ile birlikte, ıslahat adı altında yapılan vergi talanları ve mali militerleşme, borç ve silah komisyonculuğu ile birleşince, Osmanlı burjuvasının palazlanması başlar. Ziya Paşa, Hürriyet’te (22 Şubat 1869), vefat etmiş olan Fuat Paşa’nın Fransız bankalarında birikmiş parasından bahseder. Islahat fermanı, 1856’da, Kırım Savaşı sonrasında, Ruslara içişlerimize müdahale hakkı vermeyi engellemek ve bu hakkı başkalarına tanımak adına Ali Paşa ile birkaç İngiliz ve Fransız temsilci tarafından hazırlanmıştır. Abdülmecit’in yirmi yıllık saltanatı boyunca yirmi iki sadrazam değiştirmesinin asıl nedeni nedir biliyor musunuz? Esasen, Osmanlı sadrazamlarının çoğu farklı kliklere mensuptu; sözgelimi, Reşit Paşa İngiliz meyilli iken, Ali Paşa Fransız taraftarıdır. Sonradan Rus taraftarı Mustafa Nedim Paşa’nın siyaseti daha etkili olacaktır (o da Mithat Paşa’nın evinde düzenlenen bir toplantıda suikaste uğrayıp öldürülür). Bunlar bile, dönen emperyalist dolapları anlatmaya yeterlidir. Kemal’in Islahat’ı ve Ali Paşa’yı eleştiren Hürriyet’teki yazılarını göz ardı edemeyiz; ama bunu da dönemin kafa karışıklığı içinde değerlendirmek gerekir ve farklı emperyalist güçler tarafından kontrol edilen klikler arası mücadeleler akla gelmelidir.

Üçüncüsü, bizi Kemal’le ilgili çok daha farklı bir yere taşıyacak bir konu. Tarih: 28 Ocak 1868. Yer: İstanbul. Isınyrides başkanlığında I Prootos (ilerleme) adını taşıyan bir Yunan mason locası kurulur. Bu locanın, 1872 kayıtlarında, 19’u Türk olan 68 kişilik üye listesinde Kemal’in de adına rastlıyoruz. İşte bu loca, Fransız Maşrık-ı Azam’ının izniyle kurulan ve ona bağlı olan bir locaydı. (bk. Boğaz’daki Aşiret, M. Çetin, Haziran 2002, biyografi.net ve I. Melikoff’un yazıları) Londra’da Yeni Osmanlılar Cemiyeti adına Hürriyet’i çıkaran Kemal, ilk sayıdan itibaren Osmanlı Hükümeti’yle mücadeleye girişir (29 Haziran 1868). Ancak, gazetede kendisiyle birlikte yazan Ziya Paşa’nın Mısır Hidivi İsmail Paşa’nın tarafını tutması nedeniyle gazeteden ayrılır ve 24 Kasım 1870’te İstanbul’a döner. İsmail Paşa ve Sultan Aziz’in Rus yanlısı olduğundan bahseder Suat Parlar Bayraksız İstila adlı kitabında. Mithat Paşa ve Mustafa Fazıl Paşa ise İngiliz yanlısıydılar. Mahmut Çetin, Kemal’in masonluğa geçişini Fransa yıllarına bağlar ama ben bundan çok emin değilim. Çünkü bu Fransız destekli Yunan locasına 31 Aralık 1870’te başkan seçilen Scalieri, Kemal’in yakın bir arkadaşıdır ve ikisi de V. Murat’ın tahta geçmesini istemektedir. Kemal bu locaya Scalieri başkan seçildikten sonra da girmiş olabilir (ülküsel birliklerini düşünürsek). Yani, Londra’dan döndükten sonra… Yalnız, V. Murat ruh sağlığını kaybedip tahttan indirilince, yerine geçen II. Abdülhamid, Scalieri’yi ve dolayısıyla Kemal’i kendisi ve rejimi için tehlikeli bulur ve İstanbul’dan uzaklaştırır. Şunu belirtmekte yarar var; Kemal’in padişahla da ilişkisi iyidir ve padişah böyle evrensel liberal (Arslanbenzer dert etmesin!) ideallere sahip bir mason örgütüyle ilişkisi olan Kemal’i bakın hatıralarında nasıl anlatıyor:  

Namık Kemal

9.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi

Kemal Bey, (Namık Kemal) benim mağdurlarım arasında sayılır. Belki biraz da öyledir. Fakat aslında o, kendi kendisinin mağduru idi!..
Kendilerine «Yeni Osmanlılar» dedirten birkaç kişi arasında en çok gözümün tuttuğu, Kemal Bey’dir. Fakat çok karışık ve çapraşık bir insandı. Aile hayatı ile hususi hayatı nasıl birbirini tutmazsa, kalem hayatı ile düşünce hayatı da öylece birbirini tutmazdı. Herkesin aşağı yukarı ne yapabilip ne yapamayacağım kestirebilirdiniz de, Kemal Bey’in ne yapabilip ne yapamayacağım bir türlü kestiremezdiniz; çünkü bunu kendisi de bilmezdi! Mizacında birbirine zıt iki ayrı insan yaşayan nadir kişilerden biri olduğunu söyleyebilirim. Onu yakından tanıyanlar, Saray’la iyi geçindiği günlerde «Osmanlı Tarihi» yazdığını, arası bozuldu mu «Köpektir zevk alan sayyad-ı bi insafa hizmetten» diye ejderha kesildiğini çok iyi bilirler. Çabuk tesir altında kalan —belki de— çok samimi bir insandı. Birkaç saat içinde onu kendiniz gibi düşündürebilirdiniz de, kaç saat veya kaç gün bu düşünceyi taşıyacağını bilemezdiniz.

II. Abdülhamid’in hatıraları mütareke yıllarında Utarit’te yayımlanır; daha sonra II. Abdülhamid’in Hatıra Defteri adıyla 1960’ta Selek Yayınevi tarafından yeniden basılır ama yayınevi kısa bir süre sonra kapanır. Sırasıyla, 1964’te O. Y. Serdengeçti tarafından Abdülhamid Anlatıyor adıyla, 1975’te ise İ. Bozdağ tarafından önce Tercüman’da sonra ise Kervan Yayınevi tarafından yeniden basılır. Abdülhamid esasen Kemal ve çevresindekilerin faaliyetlerini çok iyi bildiğini belli ediyor hatıralarında. Kemal ve masonlukla ilgili bazı kısımları ise aşağıya alıntılıyorum:

İtiraf ederim ki vatanperver bir insandı. Mülkün bakâsını her şeyin üstünde görüyordu. Nasıl oldu da beni tahtımdan devirip biraderim Murad’ı yeni baştan tahta çıkarmak hevesine kapıldığını anlayamadım. Biraderim Sultan Murad’ın kendisi gibi mason olduğu için mi, yoksa biraderime her şeyi daha kolay kabul ettirebileceğini düşündüğünden midir, hâlâ yerine koyamıyorum.

Bir gün Tarih, kendilerine «Genç Türkler», «Jön Türkler» dedirten kimselerin neden Mason olduklarını elbette araştıracak ve ortaya koyacaktır. Benim tahkik ederek öğrenebildiklerimin hemen hepsi Mason’dular ve yine hemen hepsi, «İngiliz Locası»na bağlıydı! Bu localardan maddi yardım görüyorlardı. Bu yardımların «insanî» mi, «siyasî» mi olduklarını tarih elbette öğrenecektir!

Daha önce de söylediğim gibi, Kemal Bey’in Magosa’ya gidişi, Midilli’ye gönderilişi hep kalemine ve vatanseverliğine kıyılamadığı içindir. Yoksa çok daha ağır cezalara çarptırılması icap eden işlere girip çıkmıştır, İstanbul’da kalması mahzurluydu. Çünkü, çevresine toplananlar onu kışkırtıyorlar, diledikleri gibi kullanıyorlardı. Nitekim bu yüzden hapsettim, sürgün ettim ama, muhabbetimi bir gün bile eksiltmedim. Nerede olmuş olursa olsun, kendisi ve ailesi refah içinde yaşamıştır. Bana olan minnet ve şükranını anlatan mektupları Yıldız evrakı arasında saklıdır. Aranırsa, elbette bulunur. Çünkü bu kusurunu, rahmetli, kendisi dahi bilirdi. Allah rahmet eylesin!

Padişah burada, Kemal’in de içinde olduğu grubun İngiliz masonu olduğunu söylediğinde yanılıyor muydu yoksa gerçeği yansıtıyor muydu bu bilgi? Evvela şunu söylemek isterim; İngiliz ve Fransız Masonları,  Müslümanları da bünyesine alan ve Fransız Maşrık-ı Azam’ına yani Büyük Doğu’ya (Grand Orient’e) bağlı Doğu Birliği adında bir loca kurabiliyorlarsa, pekâlâ mümkün böyle bir menfaat birlikteliği de! Ya da, Padişah, Kemal’i İngiliz masonluğuna girmiş Mustafa Reşit Paşa, Mithad Paşa ve Prens Mustafa Fazıl Paşa ile aynı kefeye koymaktadır. Belki de, Osmanlı üzerindeki Fransız etkisi kaybolmaya yüz tuttuğunda Abdülaziz’in Fransa’ya gelişiyle apar topar Londra’ya yollanan Kemal İngiliz partisi’ne geçmiş olabilir elbette.  Hatta Avrupa dönüşü yine mason olan V. Murat’la bağlantıya geçişini de İngiliz büyükelçi Sir Elliot’ın sağladığını Davison’dan referans alarak yazar Suat Parlar.

Bunun yanında, bahsedilen hatıratın 1919’da İttihatçılardan intikam almak isteyen Süleyman Nazif tarafından yazıldığını ve Utarit’te yayımlandığını, dönemin oturaklı tarihçisi İbnülemin Mahmud Kemal İnal Bey’in ikazı üzerine dizinin yarıda kaldığını iddia eden bir görüş daha var. İddia sahibi ise bu satırları yazdığım sıralarda Türk Tarih Kurumu Başkanlığı’na getirilen Ali Birinci.

Suat Parlar ise Bayraksız İstila’da, İngiliz yanlısı olması yanında, Fransız Büyük Doğu’suna bağlı bir Osmanlı locasına üye olan Mustafa Fazıl Paşa’nın ve onun muhaliflerinin, mason kontrollü İngiliz-Rus partileri arasındaki mücadeleyi İstanbul üzerine kaydırdıklarında, İstanbul’da bir rejim sorununa yol açtıklarından söz eder. Öyle ki, bu bölünmüşlük içinde, saflardan biri olan İngiliz partisi,  örtülü yarı sömürgeci bir meşrutiyeti savunurken, bir diğeri olan Rus partisi’nin ise mutlakiyetçi reformizmi desteklemesi aydınlar ve politikacılar arasındaki bunalımı arttırır. İlhami Soysal, dönemi ve masonik hareketi anlatan kitabında Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi Yeni Osmanlıların mason olduğunu ve Yeni Osmanlılar partisinin lideri mason Mustafa Fazıl Paşa’dan para yardımı aldıklarını yazar (Ali Suavi’nin Ulum’da (S.14) yazdığına göre, Kemal’e 2000 kuruş, Ziya Bey’e 3000 kuruş, Ali Suavi’ye 1500 kuruş vs.). Almanya, Prusya ve Rusya arasında imzalanan askeri ittifak antlaşmasından az önce, İstanbul’da sahnelenen Vatan Yahut Silistre’de, Moskof düşmanlığı gösterileri tüm hızıyla artıyordu. Tanzimat ve sonrası klikler arası iktidar savaşlarının ve onların desteklediği emperyalist güçlerin oyun alanı haline gelir. Parlar’ın deyişiyle, bir tür paşalar oligarşisi ile yaralıdır Osmanlı. Ayrıca, elimizdeki bilgiler, Kemal’in Magosa’ya gönderildiğinde zindanla cezalandırılmaktan çok, 600 kuruş aylık ve bir hizmetkârla ödüllendirildiğini göstermektedir. Kaldı ki, Magosa’dan yazdığı mektuplarda “ben burada o kadar rahattayım ki tarif edemem, her akşam denize giriyorum” diyecektir. İngiliz partisi, sadece Kemal’in Magosa’ya gönderilişinin değil,  aynı zamanda onun ve diğerlerinin vatan, özgürlük ve meşrutiyet gibi söylemlerinin içeriğini boşaltarak kendi varlığı için dayanak yapmaktan hiç vazgeçmemiştir.

Anlaşılıyor ki Kemal, masonluğunun yanında, vatansever, zeki, ne yapacağı kestirilemeyen, iyi niyetli ama kullanılmaya müsait bir aydın portresi sergiliyor. Osmanlı sarayına damat olan Hırvat asıllı Siyavuş Paşa, Kemal’in cedlerinden biridir, Abidin ve Arif Dino kardeşlerin dedesi Abidin Paşa ise dedesinin kardeşidir. Babası Mustafa Asım Bey’in, Bektaşi ya da Mevlevi eğilimli olduğu söylenir. Annesini erken yaşta kaybeden Kemal’i dedesi Abdüllatif Paşa yetiştirir. Bektaşi eğilimli dedesinin yetiştirdiği Kemal’in şiirlerinde Bektaşilikle ilgili dizelere sıkça rastlarız; ‘Şahımdır Ali’ buna örnektir. Mahmut Çetin’in yazdığına göre Mehmed Kemal bir makalesinde Kemal için “Kırda olsa Alevi olacaktı, kentte olduğu için Bektaşilikte karar kılmıştır” diyecektir. (Aslan Yeleli Şair, Cumhuriyet, 21 Aralık 1988). İşte, Fransız Masonları hem Bektaşiliğin bazı adetlerini içselleştirmiş ve bir aidiyet sağlamışlar, hem bir tür pozitivizmi ekmişler, hem de heterodoks görüşlerin filizlenmesiyle katı İslamcı anlayışın kırılmasını sağlamaya çalışmışlardır. Kemal masonluğa girdiği sıralarda yirmili yaşlarının ortasındaydı muhtemelen. Samimiydi kuşkusuz ama kullanılmaya da müsait bir yaştaydı. Ayrıca, masonlukla ilgili örgütlenmelerin yeni yeni başladığı belirsiz bir dönemden bahsediyoruz. Ve Tanzimat’ın karmaşık süreçleri onun da kafasını karıştırmış olmalı. Bir şey daha eklemek istiyorum: Osmanlı aydınları arasındaki inatlaşma (önceki yazımda bahsettiğim kör döğüşüne benzer bir şekilde), bu muğlâk ortamda, aydınların hami ve destek arama çabaları, hırsla birleşince, bazı gerçeklerin silinmesine sebep olmuş olabilir.

Demek ki, Kemal’i de Fransız etkisine sahip şairler arasına koymamamız için hiç bir sebep yok. Ama Kemal’i de bir yere oturtmak gerekiyor yoksa Arslanbenzer’in kurduğu tesisat kısa devre yapacak! Benim de bir katkım olsun; Kemal’in bağlı olduğu priz, Fransız yapımı bir prizdir ama Hugo etkileşimleri onu gerçekçi kanada yakınlaştırmıştır. Yani, Fransız patentli Hakikiyyun fırkasına. Kısacası Kemal, Arslanbenzer’in bahsettiği frankofon şairlerden daha az frankofon değildir (ki aynı zamanda franmasondur da), onu yanıltan Kemal’in sembolist Fransız şiirinden diğerleri kadar etkilenmemesi olmuştur. Aslına bakarsanız, Kemal şiirini imajlamak bu kadar kolay değil. Kemal’in, kırk sekiz yıllık ömrü boyunca yazdığı şiirleri Şinasi’den önce ve Şinasi’den sonra diye ayırmak mümkün (bu konuyla ilgili Tanpınar ve Prof. Dr. Önder Göçgün’ün saptamaları yerinde bence). Bu ayrımı yaptığınızda ve bu ayrımın ışığında baktığınızda ise karşınıza hayaliyyun-hakikiyyun fırkalarının bir karışımı çıkıyor. Daha doğrusu, öncesi hayaliyyun sonrası hakikiyyun olan bir şiir.  Şinasi ile tanışmadan önce yazdığı şiirlerde aruz etkisinde bir divan şairini görüyoruz. Şiirlerine, dönemin divan şairlerine yazdığı dizeler girmiş. Leskofçalı Galib’ten ve Osman Şems Efendi’den hayranlıkla bahseder mesela. Ayrıca, belirtilmesi gereken bir husus daha var; Tanzimat’tan uzun bir süre sonra 1861’de toplanan bir grup, yani Encümen-i Şuarâ, eski şiirin değişen koşullara ayak uydurarak devam etmesi gerektiği yolunda bir anlayışı benimser. Bu grup Hersekli Arif Hikmet, Yenişehirli Avni, Leskofçalı Galip ve onun etkisindeki genç Kemal’den oluşur ve bir yıl süreyle toplantılar yaparlar. Kemal’in şiirindeki gelişmede Şinasi’yle birlikte bu grubun etkisi büyüktür. Şinasi öncesi şiirinde belirginleşen bir özellik de tasavvufi temalardır, şiirindeki tasavvufi yan Mevlevi ve Bektaşi etkileşimlidir. Ama bu tasavvufi yönüne bakıp tasavvuf şairidir diyemeyiz elbette. Gölpınarlı onun, vecd ile kendinden geçen bir sufi şair olmadığını, tasavvufi konulardan bir hikmetmiş ya da epistemmiş gibi söz ettiğini belirtir. (Namık Kemal’in Şiirleri, 1942)

Şinasi’nin şiiriyle 1861’de tesadüfen tanışır ve onun Batılı anlayışa sahip şiirinden etkilenmekle kalmaz; Kemal’in şiirinde Şinasi şiirindeki kuru dil yerini yeni bir dinamizme ve heyecana bırakır. Aslında, sadece vatan sevgisine odaklanmış nutuk şiirler değildir bunlar; aynı zamanda lirik bir heyecanı da barındıran şiirlerdir. Eski şiirlerinde sahip olduğu nazım şekilleri ve dil büyük ölçüde korunurken, asıl değişen içerik olmuş; felsefi-tasavvufi özden politik-halk diliyle konuşan sosyal bir şiire doğru evrilen ve gelişen bir içerik. Tanpınar’ın deyişiyle “bu, yeniyi değişen muhtevada aradığı devirdir”.

Kemal’in seçimi bana kalırsa mizacıyla uyumludur. Bir bakıma mizacımız kaderimizdir gerçekten. Kemal aceleci ve şiirlerinde hedefe kilitlenmiş bir şairdi. Memleket meselelerinde gösterdiği ataklık biraz da onun bir an önce sonuca gitme arzusundan kaynaklanıyordu. Oysa “eski şiirden hangi şartlarda vazgeçilmelidir?” diye kendimize sorduğumuzda, yanıt, eski şiirin artık misyonunu gerçekleştiremediği şartlarda diye olabilirdi pekala. Peki, gerçekten öyle mi? Şimdi Tevfik Fikret’i okumanın tam zamanı… Fikret, ünlü ‘Sis’inde: “-örtün, evet ey felaket sahnesi… Örtün artık ey şehir;/ örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi” derken bu dizeler II. Abdülhamit’in istibdat döneminin eleştirisi olarak okunduğunda da düşünce iletilmiş olmuyor mu? Bence hiç fişi oradan çıkarıp başka bir yere takmaya falan gerek yok, Türk şiirinin bütünü, günahıyla sevabıyla bizim tesisatımız. Bu tesisatın kısa devre yapmasına neden olacak ötekileştirmelerden uzak duralım diyoruz biz.

Öyle bir tesisattan bahsediyoruz ki, öyle uzun ara kablolarla Turgut Uyar’a getirmeye gerek yok bence. Tesisatta devreyi güçlendirecek öyle direnç noktaları var ki, sözgelimi Beş Hececiler, epik şiirin, vatan ve kahramanlık şiirlerinin en ateşlilerini yazmışlar. Enis Behiç Koryürek Anadolu şairlerinin çok yönlülüğünü kanıtlamış; hem epik şiirler hem de tasavvufi şiirler yazmış örneğin. Orhan Seyfi Orhon’da masallar destansı bir havayla yeniden vücut bulmuş (Peri Kızı ile Çoban Hikâyesi, 1919). Yusuf Ziya Ortaç’ın Akından Akına (1916) ve Binnaz (1919) adlı yapıtlarında da vatan ve kahramanlık şiirleri epik tarzda gündeme gelmiş. Ziya Gökalp, Orhan Şaik Gökyay ve Arif Nihat Asya da epik şiirler yazan grup içinde sayılmalıdırlar. Bu dönem epik şiirine hâkim olan ana unsur I. Dünya Savaşı ve Cumhuriyet rejimi’dir kuşkusuz. Yahya Kemal’i ise ayrı bir zeminde tartışmak gerekir; 1912’de, Paris’ten dönen Y. Kemal’e, bu yoğun savaş döneminde, kahramanlık şiirleri yazması için baskılar yapılır. Nev-Yunanilik ülküsüyle yurda dönen Y. Kemal’inse böyle bir niyeti yoktur. Yıllar sonra büyük bir destan yazmaya niyetlense de bu niyet gerçekleşmemiştir. Bu dosyaya ait bazı şiirler (‘Akıncı’, ‘Selimname’, ‘Mohaç Türküsü’, ‘İstanbul Fethini Gören Üsküdar’ vs.) münferit biçimlerde yayınlanır. Ancak ölümünden kısa bir süre önce, Nihat Sami’nin çabalarıyla, yazmaya niyetlendiği bu büyük destanı ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ ile özetlemiştir.

Şimdi tüm bu çabaları, Arslanbenzer görmezden mi geliyor? Öyle ya da böyle bu şairleri, daha doğrusu yazdıkları şiirleri değerli bulmuyor olabilir. Türk şiir tarihindeki yerleri ve değerleri konusunda şüpheleri de olabilir. Buna kimse bir şey diyemez. Ama eğer, epik şiirin özellikle neo-epik şiirin günümüzdeki göstereni temsil ettiği düşünce ise o düşünce etrafında bakılmalıdır meseleye. Zaten, Kemal ile ilgili onca değiniyi bu yüzden yapmadık mı? Arslanbenzer’in çizdiği hat Kemal’in Osmanlılık düşüncesi ile Akif’in İslamcılık düşüncesini kavuşturan bir anlayışı gündeme getiriyor. O halde, onun topraklı prizinin dışında kalan bir Cumhuriyet düşüncesini taşıyan Hecenin Beş Şairi için söyleyebileceğim bir şey kalmıyor. Arslanbenzer eğer düşünceyi kurban etmemek adına bu şairleri görmüyorsa onun sahip olduğu düşüncenin ne yöne gittiğini anlatmaya gerek yok. Osmanlılık-İslamcılık dairesinde Cumhuriyet epiğini yok sayan bir düşünce sistematiği! Üstelik vatan söylemi ile Osmanlılık ülküsü altında ezilen Kemal’e rağmen bunu dillendirebiliyorsa söyleyebileceğim hiçbir şey kalmıyor. Hayır! Akif’in anlayışı ile Kemal’in tarihsel Osmanlılık anlayışını bir araya getirmek günümüzde neo-epik şiir için özgün ve özgür bir ufuk yaratmıyor ne yazık ki. Belki küresel sömürü güçleri için iyi bir esin kaynağı olabilir!

Arslanbenzer gelenekle bağ kurarken Hilmi Yavuz’un düştüğü tuzağa düşüyor.  Sahip olduğu şiirin köklerini ararken o kadar hipnotize oluyor ki, ağacı söküp çıkarıyor. Onunla da kalmıyor ilginç fikirleriyle aynı ağacı ters dikiyor. Oysa şair, aynı anda hem sahip olduğu kökleri hem de ekili olduğu toprağı sezmiyor mu? Soy-sop ve kök fetişizmine gerek var mı? Zaten bir ağaç köklerine ait olmaktan öte o köklere sahiptir.

Düşünce ile rüyanın bu denli ayrıksı algılanmasının handikaplarına ne demeli! Ne Türk şiir birikiminin (örnekleriyle gördük ki şairleri öyle epik-lirik diye katı hallere sokmak mümkün değil!) ne de yaşamın içinde böyle bir ayrıksılık var. Bunlar süreçler içinde iç içe yaşanıyor. Gördüğünüz rüyanın sabahında rüyanın etkisiyle hareket ettiğiniz olmadı mı hiç? Ya da tersine, kafanızı onca meşgul eden düşünceyle birlikte daldığınız uykuda o düşünceyle ilgili rüyalar görmediniz mi hiç? Şiiri için temel malzeme olarak sadece rüyayı gören şair günün birinde güdüsel de olsa düşüncenin toprağına kaçacaktır. Oysa biz her ikisini de dinamik bir ilişki içinde bir arada düşünebiliriz. Bunun için elimizde her türlü deneyim var, Tanzimat’tan bu yana yaşadığımız şu ayrımlar ve klikleşmeler, hakikiyyun-hayaliyyun gibi sınıflandırmalar ve en önemlisi Batı felsefe ve pratiğinin geldiği son nokta bize kuvvetli dersler çıkarmak için yeter de artar bile. Aslında şiir gerçekten yol gösterici. Mevlana’dan tutun da tüm divan ve halk şiirimiz; modern Türk şiirine kadar olan tüm şiirsel değerler iyi olan’ın ancak bu şekilde ayakta kaldığını gösteriyor. Mademki şiirimizin bu kadar derin ve zengin olduğunu düşünüyoruz, modern olan’ın ilkel tasnifçiliğinde tariflenmeyi niye bekleyelim!

Sorun, iktidarın sahip olduğu dil ve söylemleri ortaya çıkarıp onları yok etmek!  Racon bozmak, oyunu bozmaktır. Ben konuşma diliyle bir düşünceyi bir şiirin içinde ifade etmeye niye çalışayım ki! Eğer konuşma benim insanlarla aramda bir iletişim sağlıyor ve düşüncemi düz yazıda ifade edebiliyorsam şiiri bu amaçla kullanmaya ihtiyacım yok demektir. Ayrıca, karşımdakinin kurguladığı bir oyunun kurallarını niye meşrulaştırayım?  Şiir, elbette tüm bu iktidarın kozu halini alan söylemsellikleri ve mitos haline gelen manevraları görmenin bir yoludur. Şiir, Tanzimatfüruşluğun yarattığı sömürüyü görecek ve ifşa edecek olandır. ücra’nın efsanelerin barındırdığı imajlamaları çözecek heterotopyaları önermesi yani efsanenin içinde barınan işimize yarayacak ve asla suistimal edilemeyecek saf olan tarafı söküp alma anlayışını Tanzimat ile ilgili söylenen ve bilinenlere uyarlamak mümkün. Bunun için önce biraz dışarıdan ve taraf olmadan bakmak yeterli. Taraflardan biri olduğunuzda Janus’un yüzlerinden sadece biri olmayı kabulleniyorsunuz demektir. Modernizm her döneminde böyle bir Janus gücünü barındırmıştır; ama eleştirel tarafıyla da Janus’un diğer tarafını asla yok sayamaz; doğasına aykırıdır bu. Oysa her türlü uygarlık biçiminde böyle ikiliklere girmeden ifade edilebilecek çoğul unsurlar da var. Sözgelimi, Tanzimat kliklerine diyalektik bakmaya kalktığınızda sahip olduğunuz politik görüşe uygun bir şekilde bi-taraf olmaksızın bir taraf olmanız içten bile değildir ki günümüzün sosyal ve politik gelişmelerinin Tanzimat’a benzer özellikler göstermesi hassasiyeti arttırıyor. Bize sürekli belli bir şartlanmışlıkla nakledilen ve empoze edilen ütopya ve mitosların etkisiyle değil de parçalı ve dirimsel heterotopyaların polilektik okunmasıyla Tanzimat süreçleri takip edilebilir olmaktan öte üretilebilir hale gelebilir. Bunu için saf ve tüketilmemiş olanın ortaya çıkarılması yeterlidir. Bakın, Tanzimat’ın tüm klik ve hesaplaşmalarını bir yana koyun onun hemen yanına da bugünün küresel-ulusal ayrımlarını koyun. Bunların hepsinin sömürgeye programlı ideolojik bir aygıt tarafından toplum mühendisliği rehberliğinde nasıl yönlendirildiğini göreceksiniz. Bizlerin kullandığı dilsel ve kültürel kodların birçoğu iktidar ve siyasetin manüplasyonlarıyla olgunlaşıp uygulama alanı buluyor.

Bizi var eden, ne şiirin kapalılığı ne de zorluğu; bizi birbirimiz nezdinde hem haklı hem de borçlu kılan farklılığımızdır. Farklılığımızı keşfettiğimiz oranda birbirimizi daha iyi anlayacağız. Bu yüzden kapalı ya da zor şiir gibi önermeleri kapalı ve zor bulurum, önermenin kendisini yani. Oysa başkalığımız merak uyandırmaya devam ediyor, üstelik zor veya kapalı gibi bir kaçamağımız da kalmıyor! Ötekileştirmelerden uzak duralım dediğimizde aynılaşmayı kast etmediğimize göre!  Öteki ya da başka’yı keşfedelim dediğimizde ötekileştirmeden bahsetmediğimize göre! İkisi arasında bir ilişki ve bağıntılar ağı kurmanın yollarını aramamız gerekir. Öteki’yi biz kendimizden vazgeçme adına değil, kendimizi hep yeniden yeni baştan keşfetme adına arıyoruz. Yabancılaşmalar sanat için üretici/yaratıcıdır; Tanzimat da bir tür yabancılaşma yaratmadı mı? Yabancılaşma yoluyla Batı modernliğini ve onun aracılığıyla da kendi modern anlayışımızın kıvılcımlarını atmadık mı? Yabancılaşma kendimizi tamamen teslim ettiğimiz bir bakış olarak sürseydi ya da tersine bizim inatla karşı çıktığımız bir görüş olsaydı nasıl bir kültürel değişimden bahsedecektik bugün?

Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan yenilikçilerle onlara karşı çıkan muhafazakârlar arasında hiçbir fark yoktu; her iki tarafın da taklitçi yanları ağır basıyordu. Muhafazakârlar, geçmişi sürekli yeniden tekrarladılar, yenilikçiler ise ıslahatların muğlâk zemininde kayboldular. Tersine, hiçbir yenilik kendi şartlarından koparılamaz. Yenilikçiler bu şartları kültürel, politik ve sosyal şartlara indirgediler. Ekonomik ve teknolojik üretim koşullarının iyileştirilmesi yolunda adım atmayı inatla reddettiler. Daha doğrusu, ekonomik liberal değişimlerin kazancını Batı’ya sundular. Gelenekçilerse sürekli Osmanlı’nın ahlaki biçimini öne çıkarıp bir tür fetişizme soyundular. Ahlaki yapının sürekli dillendirilmesi bu yapının içini boşalttı. Çağını yakalamış bir ulusa yakışır sanayileşme ve teknik gelişim bu klikleşmeler içinde bir türlü gerçekleştirilemedi. Bugün benzer koşullarda yaşıyorsak daha dikkatli olmamız gerekmez mi? Bizi zor durumda bırakan aşırı güvensizlik ortamından başkası değil. Bunu aştığımız zaman gerçekler daha net görülecektir. Tüm bu meseleleri gündeme getirirken, aklımın kenarında tuttuğum bir ayrıntıyı unutmayı hiç istemiyorum. Güzel bir imaj ve örnek olduğu için. Kemal, Recaizade’den esinle (kuvvetle muhtemel) oğluna Ali Ekrem (Bolayır) adını koymuşsa, bundan çıkarılacak epeyce ders var demektir.

Yorumlar»

No comments yet — be the first.

Yorum bırakın